13 Ocak 2010 Çarşamba

Germaine Tailleferre ya da “Seçkinlik” Müziğin Neresinde Gizlidir?



Mehmet Akif Ertaş
Yaşadığımız topraklar üzerinde duygusallıktan söz edildiğinde onu sadece bir kavramın, Romantizm’in karşıladığı düşünülmektedir. Paylaşımın kapitalize giysiler kuşandığı, paylaşımdan ziyade tekelciliğin ön plana yerleştiği ortamlarda, modaya uyması şartıyla alınan şamdanlarda, bir emir bekler gibi tetikte duran, emrin telakki edilmediği zamanları hesaplayarak eğilip bükülme hakkını kullanan mumlar, hazırlanan “Romantik Ortam”ın bir parçası olabilmektedirler. Derinden gelmesi gereken; insanda yine kapitalize ritimlerin de katkısıyla dans etme, dans ederken de kapitalize gübrenin katkısını unutmadan devreye yerleştirilen cinsel çekimi tomurcuklandırma aşamasında da Romantizm, bağlantı noktalarının kilidi olma görevini layıkıyla üstlenebilmektedir. Ancak; görev, Romantizm’in bünyesine yavaş yavaş enjekte edilmediği, daha doğrusu yanlış enjekte edildiği için bir anda sona erebilmektedir.

Kendilerinden önce kavramlara görev ve sorumluluk yükleyen insanlar, Romantizm’i kapitalize vitrinlerindeki süs eşyası ansiklopedilerinden bir zahmeti bin eziyete ekleyerek, ortamlarındaki fiyakalarını artırmak için, çalakalem öğreneceklerinden bu konuda da derine inememektedirler. Onlardan derinlik değil yüzeysellik bekleyen ortamlara katılmadan çalakaşık atıştırdıkları, adına “Romantizm” denilen yemek, yutkunma sonrası hazımsızlık nöbeti de yaşatmakta; ancak onlar ortamlarının kurguladığı hissetme oyunlarını sürdürerek; yutkunmayı, yemeği, Romantizm de içinde bulunmak suretiyle unutarak, sadece dâhil oldukları anların sefalarını sürmektedirler.
Sefalar, kendilerine; “gerici”, “mutaassıp”, “muhafazakâr”, “yobaz” denilenlerce de; “ilerici”, “çağdaş”, “modern” olarak kendilerini tanıtanlarca da sürmektedir. Demek ve denilmek; ad almak veya adlandırılmak bu iki grupta da istenildiği zaman, istenildiği şekilde yer değiştirebilmektedir. Kendince yüzeyde kalmadan konumlandırarak, yorumlayarak “olmak”,” olmaya çalışmak” Romantizm için geçerliliğini yitirirken, ondan bir üst basamakta duran belirleyici hallerde insanlar, zaten başlangıçtayken sona gelmenin rehavetine dalabilmektedirler.
“Sefiller” okul sıralarından itibaren, “gerçek” profesyonellikten nasiplenmeyecek gerçeklikle ilişkisi olmayan “acemi” ellerde sersefil olmakta, Victor Hugo yaratıcısı olarak itildiği köşesinde bir başınalığıyla ve çaresizliğiyle kalabilmektedir. Onun diğer alanlardaki uzantıları için de durum farklılaşmamaktadır ancak; yine de cemaatten cemiyete geçemeyen yığının içinden; inatla, ısrarla “Romantizm”e doğrudan veya dolaylı göndermelerle yüklü cümleler yükselmeye son hızla devam etmektedirler.
“Romantizm”in diğer alanlarda olduğu gibi müzikte de nasıl değillendiğini ve yerini başka bir döneme nasıl bıraktığını bilmeyenler, onun nasıl başladığını da hiç kuşkusuz algılamakta güçlük çekeceklerdir.
Germaine Tailleferre’yi ve onun bağlı bulunduğu “Altılar” grubunu merkezine alan bu yazı; algılamaya, konumlandırmaya güçlük çekerek ulaşanlara daha fazla hitap etmekte, diğerlerine karşı, refleksif davranıp tuzaklarına düşmek yerine, buraya kadar getirdikleriyle yetinerek ve en önemli müdahalenin bu fiille dallanıp budaklanacağına inanarak susmayı tercih etmektedir.
Fransa’da Romantizm karşıtı bir müzik atmosferi yaratmayı amaçlayan “Altılar” grubunda; Georges Auric, Darius Milhaud, Louis Durey, Arthur Honegger, Francis Poulenc dışında “Altılar”ın yedinci kolu olan Germaine Tailleferre de vardır.
“Ben her zaman gerçeği söyleyen bir yalanım” diyen, Fransa’da, sinemanın Avant-garde ve Sürrealist boyutunu inşa eden; edebiyatta şiirsel gerçeklikle içli dışlı olan Jean Cocteau’nun eserleri ve özellikle “Eyfel Kulesi’nin Evleri” bu grubun manifestosu niteliğindedir.
Şiirsel gerçekliği, Avant-garde’ı ve Sürrealizm’i müziğe taşıyan Cocteau’nun libretto şeklinde kaleme aldığı bu eserin balesi için iki bölüm hazırlayan, bir adı da Marcelle olan Taileferre, 14 Nisan 1892’de, Le Parc- de-Saint Maur’da Aristokrat bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiştir.
On iki yaşına geldiğinde; Modernleşme sancılarını Tanzimat Dönemi ile daha yoğun bir biçimde yaşayan bu toprakların, bugüne kadar hatta bugün bile, memur kimliğini almış olsun olmasın, eli kalem tutsun tutmasın, yediden yetmişe, gördüğü çorağı, her daim kabaran Oryantalist iştahının odağına onunla yerleştirerek bereketlendiren, tozpembe hayallerin şehri Paris’te, Konservatuar’da müzik eğitimi almaya başlamıştır.
Burada “Altılar” grubundan; Auric, Honegger ve Milhaud ile tanışmış, baleye anarşist bir ton kazandıran Eric Satie’nin müziği üzerinde incelemeler yapmıştır.
Birinci Dünya Savaşı sona ermeden kısa bir süre önce, ailesiyle; bu toprakların Oryantalistleri’nin şehri Paris’in, Oryantalizm’in yağmurundan kaçarken Oksidentalizm’in dolusuna tutuldukları için barınacak yer aramak telaşına kapılarak tanıyamadıkları ve tanıtamadıkları semti Montaparnasse’a taşınmıştır.
1917 yılında, Satie’nin bir konserinde piyano çalan bestecinin bir yıl sonra bestelediği “Yaylı Çalgılar Dörtlüsü” “Yeni Gençlik” adı verilen grubun konserlerinden birinde ilk kez seslendirilmiştir. Çocuk şarkılarına da yer verdiği bu çalışmalarında basit konulara ve motiflere yer vermiştir.
Cocteau’nun görüşlerinden etkilenen “Yeni Gençlik” zamanla kendi içinden “Altılar” ı çıkarmış, Tailleferre de bu grubun yedinci kenarı olarak müzik dünyasını kendi adımlarıyla turlamayı planlamıştır.
Neo-klasist bir üslup geliştiren, müzik tarihinin bütün türlerine ve biçimlerine yer veren besteci, 1920’de büyük orkestra için yazdığı bir baladında, bir taraftan on dokuzuncu yüzyılın geleneğini anımsatırken, daha yeni öğelere ve disonanslara yer vermiştir.
“Karmaşık bir dille yazılmayan, genelde bir insanın yaşadığı olayı anlatan yavaş ritimli melodik şarkı” olarak bilinen balad kullanılarak, onun sıvasını ören Romantizm de sorgulanmıştır. Yirminci yüzyılın santimantal saundlu Rock albümlerinde de kullanılan balad, birbirine uymayan iki sesin art arda kullanımına işaret eden disonansla harmanlanarak melodiler yüzyıllar arasında bir yolculuğa çıkarılmışlardır.
1923’te keman için bir sonat besteleyen Tailleferre, “Bolero” isimli eseriyle dünya çapında üne kavuşan Maurice Ravel’le arkadaş olmuştur. 1924’te yazdığı “Piyano Konçertosu”nda bu arkadaşlığının izleri belirgin bir şekilde görülmüştür. Paris’te tanıştığı “Çok Yönlü Anti- Romantik Besteci” İgor Stravinsky ile diyaloğu ise, sipariş üzerine yazdığı “İsveç Balesi”nde etkisini hissettirmiştir.
Siparişle iş yapması Tailleferre’nin notalarının, müziğin endüstriyel çarkları arasında ezilmesini beraberinde getirmemiştir. Etkilenme ise taklitçiliği doğurmadan kendi stilini yeniden gözden geçirmesini sağlamıştır
1925’te gittiği ve müzik öğretmenliği yaptığı Amerika’da, “Piyano Konçertosu”nu Philadelphia Orkestrası ile çalarak sunduğu halde burada umduğu başarıyı elde edememiştir.
Duygusal birlikteliğini sürdürdüğü “Genel Değer Kuramı” isimli önemli eserin de yazarı olan filozof Ralph Barton ile evliliğinde de hayal kırıklığı yaşamışsa da daha sonra ikinci evliliğini avukat Jean Lagaat ile yaparak ve ondan bir çocuk sahibi olarak yüzünü güldürebilmiştir.
Bir kadın olarak yaşadığı kırılganlıkları bilinçaltına ittiği duygular onu kısa cümlelerle bezeli şiirleri bestelemeye yöneltmiştir.
Cocteau öncesi ve sonrası Fransız Şiiri’ni de repertuarına taşıyan Tailleferre, trajedilerle dolu hayatı beyaz perdeye de aktarılan heykeltraş Camille Claudel’in, koyu Katolik inancını taşıyan vezin ve dramlarıyla ünlü kardeşi Paul Claudel’in sahne oyunlarına da müzikleriyle katkıda bulunmuştur.
Stili daha sonraki dönemde çok fazla değişmeyen besteci “Biçim Her şeydir” diyen ve Türkiye Edebiyatı’nın Bergsonizm’i de savunan “Dergah” çevresini ve özellikle; Yahya Kemal Beyatlı ve Ahmet Hamdi Tanpınar’ın derinden etkilendikleri Paul Valery’nin şiirlerini de bestelemeyi ihmal etmemiştir.
Dostları arasında; totalitarizm olgusunu, “gerçek” bir muhalefet çizgisinde ilerleyerek komediyi sulandırmadan, beyaz perdeye gri kareler düşürerek hicveden; “Şarlo” ve “Büyük Diktatör” figürlerinin yaratıcısı Charlie Chaplin de bulunan Tailleferre, İkinci Dünya Savaşı patlak verince savaş ortamından uzaklaşarak geldiği Amerika’da film müziklerine de imza atmıştır.
Bu yıllarda bestelediği sonatlarda; kemanın yanına flütü ve klarneti de yerleştiren besteci “Seriyal” tekniğin imkânlarından da yararlanmıştır.
Müzik öğretmenliğini, hayatının son demlerinde beste çalışmalarına yeğleyen ancak; yine de; flüt ve piyano için bir Arabesk ve obua ve yine piyano için, bir tür nakaratlı şarkı olarak bilinen Rondo da besteleyen, 1983’te hayata gözlerini kapatan Tailleferre müziğinin günümüzde Modernizm tongaya bastırılmadan Jane Birkin tarafından temsil edildiğini söylemek mümkündür.
Sadece Romantizm’i değil Fransa doğumlu bütün akımları Fransa’nın ve Avrupa’nın yüzeyini aşındırarak üzerinde yaşadığımız topraklara ithal eden anlayış, müzikte de ticaretin dağarcığının dışına çıkamadığı için Tailleferre ile Birkin arasındaki köprüden de aynı değişmesi mümkün olmayan anlayışla geçmiş, edebiyatta olduğu gibi müziği de ne tam anlamıyla “buralı” ne tam anlamıyla “oralı” ne de tam anlamıyla, göz ve kulak yorgunluğu bellekle değil de sadece fiyakayla temas kurduğu için “seçkin” olabilmiştir. Yola ilk çıkıldığı andaki mehter performansı varlığını, bazen arayı koşturmalar işgal etse de, aynı tempodan şaşmayarak yirmibirinci yüzyıla da armağan edebilmiştir.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder